04.11.2014
Tarkovski elbette sinema tarihinin en önemli ve belki de en çok öykünülen isimlerinden biri. En azından bizim ülkemizde öyle olduğunu söyleyebiliriz. Dizi yönetmenliğinden gelen Murat Düzgünoğlu'nun ikinci uzun metraj filminin adının Neden Tarkovski Olamıyorum olması hayli merak uyandırıcıydı. Dürüst olmam gerekirse bazı sinema yazarlarından da filme dair pek olumlu eleştiriler gelmemişti. Neyse ki kendi fikrimi oluşturma konusunda ısrarcıyım. Filmi bu akşam Gezici Film Festivalinin Eskişehir ayağında izledim ve sevdim.
Neden Tarkovski Olamıyorum, sinemada
özdüşünümsel film kategorisine giriyor. Özdüşünümsel filmler, yönetmenin kimi
zaman yönetmen olarak sorunlarıyla, kimi zaman senaryo yazım aşamasındaki
sorunlarla, yapım aşamasındaki sorunlarla, kısaca film yapmaya dair süreçlerin
hepsiyle ilgili olabilir. Bu tür filmleri önemsiyorum. Çünkü bir biçimde
sektörün içinde olan profesyonel, yaptığı filmle kendi alanına ayna tutmuş,
kendini nasıl konumlandırdığına dair çoğu zaman samimi bir itirafta bulunmuş
oluyor. Giuseppe Tornatore'nin 1988 yapımı Cinema Paradiso filmi ya da Federico
Fellini'nin 1963 yapımı filmi "8½" bu
türe iyi birer örnek olabilir. Bizim sinemamızda da özdüşünümsel filmlerin
örneği çok aslında. Yavuz Turgul'un yönettiği Aşk Filmlerinin Unutulmaz
Yönetmeni (1990), Zeki Demirkubuz imzalı Bekleme Odası (2003), Nuri Bilge
Ceylan'ın yönettiği Mayıs Sıkıntısı (1999), Fatih Akın'ın Solino'su (2002),
Ahmet Uluçay'ın çektiği Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004), Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş'un birlikte yönettikleri Gözümün Nuru (2013) ilk etapta
aklıma geliveren filmler. Film üretmenin gerek düşünsel anlamda gerekse maddi
anlamda çok zahmetli ve hatta bazen riskli bir uğraşı, bir iş olduğu ülkemizde
bana kalırsa özdüşünümsel filmler yönetmen için bir nevi rehabilitasyon aracı.
Adeta, psikiyatr koltuğuna uzanıp çocukluğundan başlayarak yaşamını anlatan
biri gibi sinemacı da kendi yaratım sürecine ilişkin bir film yaparak bir
anlamda içini döküyor. Bu açıdan Murat Düzgünoğlu'nun elinden çıkma Neden
Tarkovski Olamıyorum'u çok doğru bir yerde duran bir film olarak
değerlendirdim. Çok açık ki dizi yönetmenliğinden gelen Murat Düzgünoğlu, dizi
yönetmenliği yapan Bahadır'la bağ kuruyor. Adı Ala Geyik olan ve senaryo gereği
sahnede bir geyiğin görünmesi gereken dizide yapımcının bunu sağlamaması,
ekipmanın dokunanın elinde kalması, bağlamanın tellerinin olmaması ve buna
rağmen hala bu işi yürütmek, yürütmeye muhtaç olmak bizim dizi sektörümüzün
gerçeklerinden biri. Çok iyi biliyoruz ki her şey zamanla yarışmak adına hızla
üretiliyor. Televizyon izleyicisi filmde de dolaylı yoldan söylendiği gibi
aptal yerine konuyor. Çalışanlar sömürülüyor ama iş yine de yürüyor. Bu, filmin
gerçekçi eleştirilerinden ilki benim için.
Neden Tarkovski Olamıyorum'un bana göre
yerinde eleştirilerinden bir diğeri destek bulma, "festival filmi"
çekme formülleri. Sevgilisi Yonca'nın fon bulması için yurtdışında geçen bir
senaryo yazmasını önermesi ya da etnik kimlikler gibi yurtdışında daha çok prim
yapan temaların seçilmesine vurgu yapılması filmin içinde var olduğu sektöre
yönelik yerinde eleştirileri. Murat Düzgünoğlu değinmemiş ama taşrada geçen ya
da kalifiye olmayı gerektirmeyen işler yapan, kıyıdaki insanların halleri ya da
minimallik adına özensizliğe kayan bir sinema dili de basbayağı bu formüller
içinde yer alabilir.
Neden Tarkovski Olamıyorum'da sinema sektörünün
popüler kanadına da bir dokundurma var elbette. İki erkek arasında kalan bir
kadının hikayesini çekmesi, aşk filmi yapması da ona getirilen öneriler
arasında. Yani sistemin başarı diye tanımladığı şeyin belli formülleri var. O
formüller bazı kapıların daha kolay açılmasını sağlayabilir. Ama ne
uğruna?
Neden Tarkovski Olamıyorum bütün bunları
deşelerken bir taraftan da bir erkek hikayesi anlatıyor. Ama bu hikaye benim
hep kullandığım tabirle testosteron kokan bir hikaye değil. Tamam filmde
erkekler kadınlara pek iyi davranmıyor. Güçlü kadın imgeleri de yok belki ama
alışıldık bir erkek hikayesi de yok. Filmde öne çıkan erkek karakterlerin hepsi
bir anlamda ezik. Sistemin normları gereği erkeklik değerleriyle örtüşmüyorlar.
Peki sistem erkeklik değeri olarak neleri öne çıkarıyor da biz bunları
göremiyoruz? İsmin içinde de var olduğu üzere erkek erk sahibi olmalı. Başka
deyişle, iyi kazanmalı, saygı gören bir işi olmalı, askerlik gibi homososyal ve
erkeğin dayanıklılığının test edildiği ortamlarda dirayetli olmalı,
kararlarında rasyonel olmalı... Peki filmde öne çıkan erkek karakterler için bunu
söylemek olanaklı mı? Bahadır zaten iyi para kazanamadığı ve aşmak istediği bir
işi yapıyor. Ağabeyi Ertan bir meslek sahibi değil. Fotoğrafçılığa hevesli.
İleri yaşına rağmen, aldığı ufak tefek işlerle arada sırada ancak cep harçlığı
çıkarıyor. Hala ailesiyle yaşıyor. Fotoğrafını çektiği tek mekansa Haydarpaşa
Garı. Belki objektifini başka bir yere yönlendirse daha farklı enstantaneler,
daha ilginç görüntüler yakalayacak. Ama yapmıyor. Yıkılacak ya burası, diyor,
yıkılmadan çekebildiğim kadar çekeyim. Bu kadar eril isimlere sahip iki
kardeşin erk anlamında kırılganlıklarını ironik buldum doğrusu. Bahadır'ın
babası ise on yıl evvel başladığı apartman inşaatını parası olmadığı halde
satmaya yanaşmıyor. Bir emlakçıya satsa iyi bir para kazanması mümkünken kendi
başına sıva yapıp, tuğla döşemek zorunda da kalsa satmayı aklından bile
geçirmiyor. Bahadır, daha dört duvarı bile tamamlanmamış apartmanı emlakçıya
satmasını önerdiğinde, İstanbul'da ev satılır mı? diyerek geri çeviriyor.
Bahadır'ın dayısı ise geçkin yaşına rağmen askere gitmemek için kaçmaya devam
ediyor. Ne bir işi, ne parası ne de militarist değerler anlamında onuru var.
Yazdığı tek kitapla ödüller alan Hasan ise bunu paraya çevirmeyi başaramamış,
hala gecekondusunda yaşamaya devam ediyor. Bahadır'ın evini dolduran
arkadaşları arasında bile doğru düzgün geliri olan bir iş yapan biri yoktur.
Yani hangi karaktere baksak erkeğin en temel iktidar kaynaklarından biri olan
iş ve iyi bir gelir sahibi olmayla alakalı bir sıkıntısı var. Hatta Bahadır'ın
babasını ve Hasan'ı bir kenarda bırakırsak aile kurmuş, çoluk çocuğa karışmış
bu anlamda da toplumsal normlara uyan bir erkek yok aralarında. İlk bakışta tüm bunlar birer zayıflık gibi görünüyor. Ama arkasını deştiğimizde aslında bunun sistemle
uyuşmayan bir başkaldırı, bir dikbaşlılık olduğunu anlıyoruz. Yönetmenin
Tarkovski'nin "İlkelerine bir
kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir"
sözünü yerleştirmesi boşuna değil. Başka deyişle, sistemin öngördükleriyle
çatışarak başka bir biçimde erk elde eden erkekler var karşımızda.
Filmde inşaat yapmak,
roman yazmak ve fotoğraf çekmek eylemlerinin de Bahadır'ın işiyle, sinemayla
alakalı olduğuna inanıyorum. Sinemaya ilişkin eğretileme yapmak için doğru
araçlar bunlar. Sonuçta atası fotoğraf olan bir sanat dalı, çoğu zaman romanın
anlatı yapısını kullanarak bir cümle kuruyor, parçaları bir araya getiriyor,
"tuğlaları üst üste koyuyor " ve bir şey "inşa ediyor".
Nedense bunların da tesadüfi olmadığını düşünüyorum. Fakat bunları da gözümüze
sokmadan yapıyor yönetmen.
Bu arada söylemeden
geçemeyeceğim. Festivalde dün Tozruhu filminde izlediğim Tansu Biçer'le Neden
Tarkovski Olamıyorum'daki Tansu Biçer arasında ciddi bir fark vardı. Her ne
kadar Tansu Biçer başarılı bir oyuncu olsa da bu farkın yönetmenin oyuncu
yönetimi becerisine bağlıyorum.
Uzun lafın kısası, Neden
Tarkovski Olamıyorum, sinema öğrencileri, sinema heveslileri için adeta ders
niteliğinde. Sektöre, bu uğraşıya ayna tutuyor. Ama bunu yaparken de umuttan
uzaklaşmıyor; ilkelerinizin arkasında durursanız kazanırsınız, diyor.