TRANSLATE. PLEASE TRY IT!

Bu Blogda Ara

25 Şubat 2016 Perşembe

DANİMARKALI KIZ/ DANISH GIRL

19.02.2016

DANİMARKALI KIZ/ DANISH GIRL (Tom Hooper/2016)

Bu hafta bir başka Oscar adayı film üzerinde duracağız. Yönetmenliğini Tom Hooper’ın yaptığı Danimarkalı Kız. En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu başta olmak üzere toplam 4 adaylığı var filmin. Film gerçek bir karakterden, ressam Einar Wegener’den yola çıkılarak çekilmiş. Film 1920’li yıllarda yaşamış ressam Einar Wegener tarihin ilk operasyonla cinsiyet değiştirmiş trans bireyi olarak yaşadığı süreci konu ediniyor. Başrolde yer alan oyuncu Eddie Redmayne’ı Her Şeyin Teorisi ya da Jüpiter Yükseliyor filmlerinden yönetmen Tom Hooper’ı ise Zoraki Kral filminden hatırlayabilirsiniz. Tom Hooper bu filmle en iyi yönetmen ödülünü, başta Oscar olmak üzere, pek çok festivalde kazanmıştı. Yönetmen Hooper dönem filmleriyle öne çıkıyor. Az önce sözünü ettiğimiz İngiliz Kralı 6. George’un konuşma sorununu konu edindiği Zoraki Kral’ın yanı sıra Sefilleri de yönetmişti. Yönettiği televizyon dizilerinde de yine tarihi vurgu öne çıkıyor. John Adams, Elizabeth verilebilecek örnekler. Danimarkalı Kız da bir dönem filmi. Şimdi gelin filmin konusuna değinelim. Ardından da detaylara bakalım.

Einar Wegener ve karısı Gerda Wegener ressam olarak yaşamlarını sürdüren genç bir çifttir. Einar sanat çevrelerinde tanınırken, Gerda henüz anlamlı bir çıkış yakalayamamıştır. Gerda, bir gün, modellik yapmak için gelmesi gereken balerin arkadaşı Amber gelmeyince onun çorap ve ayakkabılarını kocası Einar’a giydirir ve poz vermesini sağlar. Bale kostümünü de üstüne tutturur. Kadın giysilerinin dokusu Einar’ın içindeki farklı duyguların açığa çıkmasına yardım eder. Kocasının bu hevesini fark eden Gerda onu yüreklendirir ve onun kadın kılığına girmesi konusunda yardımcı olur. Einar, Lilly adını verdikleri kadın kimliği ile Gerda’ya verdiği pozlar sayesinde Gerda’nın şöhreti yakalamasına da yardım eder. Acaba Einar için bu bir fantezi olarak mı kalacaktır?  Danimarkalı Kız filminin tabii ki en dikkat çekici yanı gerçek bir öyküden, gerçek karakterlerden yola çıkmış olması. Tarihin operasyonla cinsiyet değiştiren ilk trans bireyini konu edinmesi, filmin sinematografik yanlarının önüne geçiyor gibi. Oysa Danimarkalı Kız ilginç ve etkileyici konusu kadar tasarım yönüyle, oyunculuklardaki başarıyla da öne çıkıyor.

Danimarkalı Kız bir dönem filmi olduğu için dekor ve kostümler önem taşıyor. Kişisel olarak filmi bu açıdan çok başarılı buldum. Özellikle mekan seçimleri ve iç mekanlardaki aydınlatma, ışık ve tasarım hayli dikkat çekici. Öyle ki bazı sahneler iyi bir elden çıkmış tablo güzelliğine sahip.

Oyunculuklara gelirsek... Einar Wegener’i canlandıran Eddie Redmayne geçen sene Her Şeyin Teorisi’nde Stephen Hawkins’i canlandırarak Oscar, Golden Globe, BAFTA gibi pek çok festivalden ödülle dönmüştü. Bu kez yine yaşamış ve canlandırması hayli zor bir karaktere can vermiş. Oyuncuyu bu performansında oldukça başarılı buldum. Gerçek hikayeleri seven Hollywood’un Redmayne’nin bu performansını göz ardı edemeyeceğini düşünüyorum. Ama bana kalırsa En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilen ve Gerda Wegener’i canlandıran Alicia Vikander en az Eddie Redmayne kadar başarılı. Gerda’nın duygularını, gayretini, hesapsız sevgisini çok duyarlı bir biçimde perdeye yansıtmış. Üstelik ekonomik bir oyunculuk bu. Alicia Vikander gözleriyle ve mimikleriyle konuşan bir oyuncu. Eğer bu performansıyla ödül alırsa şaşırmayacağım. En son Çılgın Kalabalıktan Uzakta filminde izlediğim ve oradaki performansını beğendiğim Belçikalı oyuncu Mathias Schoenaerts’ı Hans Axgil rolünde yeniden izlemek de keyifliydi.


Danimarkalı Kız filmine genel olarak baktığımızda ilginç ve özenli, izlenesi bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Carol ve Danimarkalı Kız filmlerinin Oscar adaylıkları üzerine düşününce muhafazakar Amerikan sinemasının farklı yönelimleri yeni yeni keşfettiği yerleşiyor aklıma. Bakalım sonuçlarda da adaylıklar kadar cesur olacaklar mı?

CAROL

10.02.2016

CAROL / CAROL (Todd Haynes /2016)

Geçen hafta Diriliş ile Oscar ödül töreni adayları hakkında konuşmaya başlamıştık. Bu hafta da kuralı bozmayıp yine bir başka aday hakkında konuşalım. Yönetmenliğini Todd Haynes’in yaptığı, Cate Blanhcett gibi yaşayan bir efsanenin başrolde yer aldığı Carol, 5 Şubat’tan bu yana vizyonda. Film Oscar’da olduğu kadar BAFTA’da yani British Academiy of Film and Television Arts ödülleri için de hayli iddialı bir aday. Carol’ın Oscar’da 6, BAFTA’da 4 adaylığı var. Her iki festivalde de Cate Blanchett En İyi Kadın Oyuncu dalında aday. Gelin şimdi önce filmin konusuna değinelim, ardından da diğer detaylar üzerinde duralım.

Carol 1950’li yılların Amerika’sında yaşamakta olan tek çocuklu evli ve varsıl bir kadındır. Carol mutsuz olduğu evliliğini sonlandırmak üzeredir. Ancak kocası ondan ayrılmaya çok gönüllü değildir. Carol’u engellemek için pek çok yolu dener. Carol’un Christmass alış verişi için gittiği mağazada tanıştığı satış danışmanı Therese ile arasında bir yakınlaşma olur. Farklı bir yönelime sahip olan Carol böylece kocasının eline koz vermiş olur. Acaba Carol boşanmayı başarabilecek midir? Carol ve Therese arasında bir ilişki mümkün müdür? Todd Haynes’in yönettiği Carol, ana akım sinemada örneğine çok da fazla rastlamadığımız bir konuya odaklanıyor; kadın eşcinselliğine. İsterse güldürü filmlerinin bir parçası olsun, isterse dramanın, erkek eşcinselliğinin temsiline sinemada daha çok denk geliyoruz. Ama Mavi En Sıcak Renktir’den bu yana ve onun da öncesinde çok fazla kadın eşcinselliğini konu edinen filme denk gelmedik, özellikle de ana akım sinemada. Bu anlamda Carol için genel çizgiyi bozan bir film denebilir. Öte yandan, filmde olayların geçtiği dönem olan 1950’ler, her zaman muhafazakar olan Amerikan toplumunun, en muhafazakar dönemlerinden biri. Böyle bir ortamda farklı yönelimdeki bireylerin toplumsal yaşam içinde kimliklerini özgürce dışa vurabilmeleri neredeyse olanaksız. Dolayısıyla, film o dönemlerin baskısını görmemiz açısından da hayli betimleyici. Filmde diğer bir konu ise hala güncel erkek egemenliği meselesi. Karısının kendisini terk etmesini kaldıramayan Harge’ın ona sevgisini bahane ederek Carol üzerinde kurduğu baskı ve tehditler de filmin önemli konularından biri.
Benzer hikayeleri neredeyse her gün gazetelerin 3. sayfasında okuduğumuzu düşünürsek filmin bizler için farklı bir anlam taşıdığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Dolayısıyla film bir çok ilginç yöne sahip.

Filmin sinematografisi oldukça başarılı. Her çerçeve için ayrıca düşünülmüş adeta. Görüntü yönetmeni Edward Lachman harika bir iş çıkarmış. Aydınlatma yardımıyla oldukça dramatik görüntüler elde edilmiş. Filmin soundtrack’i dönemle son derece uyumlu. Billie Holiday, Teddy Wilson, The Clovers, Jo Stafford, Helen Foster ve The Rovers gibi dönemin sanatçılarının şarkıları filme ruh katıyor. Dekor ve kostümler son derece başarılı. O dönemin atmosferini vermek adına çok özenli çalışılmış. Göze batan hiçbir detay yok. Sanat yönetmeni Jesse Rosenthal’ı kutlamak gerek bu özenli çalışmasından dolayı. Filmin en iyi kostüm ve müzik kategorilerinde Oscar’a aday olması şaşırtıcı değil gerçekten.

Carol’ın en güçlü yanlarından bir diğeri oyunculuk. Bana göre artık rahatça yaşayan efsane unvanı alabilecek bir oyuncu olan Cate Blanchett Carol rolünde yine olağanüstü bir performans sergilemiş. Sanırım Cate Blanchett’in üstesinden gelemeyeceği bir rol yok. Bana kalırsa Oscar’da da BAFTA’ta da en güç adaylardan biri. Therese rolünde izlediğimiz genç oyuncu Rooney Mara sessiz ve derinden ilerleyen oyunculardan biri. Filmdeki görünümüyle Audrey Hepburn’ün ilk zamanlarını anımsattı bana. Oyuncu Oscar’da en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında aday.


Kısaca Todd Haynes imzalı Carol cidden dikkat çekici bir yapım. Şu an şehrimizde iki salonda oynamakta. Kaçırmayın derim.

DİRİLİŞ / THE REVENANT

03.02.2016

DİRİLİŞ / THE REVENANT (Alejandro Gonzales Inarritu /2016)

28 Şubat’ta gerçekleştirilecek 88. Akademi Ödül töreni, nam-ı diğer Oscar ödül töreni yaklaştıkça hem Oscar adayları bir bir salonlarda boy göstermeye başlıyor hem de ödüllerin kimlere gideceği tartışılıyor. En iyi film dalının adayları arasında daha önceki aylarda vizyona girmiş ve burada üzerinde durduğumuz  Mad Max ve Marslı da var. 22 Ocak’tan itibaren vizyonda olan The Revenant yani Dirliiş de güçlü adaylardan biri. Diriliş’in Meksikalı yönetmeni Alejandro Gonzales Inarritu’yu anımsayacaksınız. Birdman filmiyle Oscar’da en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi özgün senaryo ödüllerini almıştı geçen yıl. Inarritu’nun yeni filmi Diriliş bu sene en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi sinematografi, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi ses kurgusu başta olmak üzere 10 dalda aday. Özellikle sosyal medyada biraz espri konusu olan Leonardo DiCaprio’nun bu kez ödül alıp alamayacağı da tartışılan konulardan biri. Karşımızda güçlü bir film var anlayacağınız. Üstelik Michael Punke’ın The Renevant: A Novel Of Revenge isimli romanından uyarlanan film gerçek bir öyküye dayanıyor. Hal böyle olunca film bir çok yönüyle merak uyandırıyor. Gelin şimdi film hakkında konuşalım.

Yıllardan 1823. Amerika. Kürk satışı yapan bir kuruluşun yaklaşık 40 kadar çalışanı çetin kış koşullarında avlanmaktadır. Bölgeyi çok iyi bilen Hugh Glass onlara kılavuzluk etmektedir. Hem Amerikan yerlileri, hem de Fransız birlikleri bu yolculuğu daha da tehlikeli hale getirmektedir. Ree’lerin saldırısına uğrayan gruptan geriye Glass’ın sayesinde 10 kişi kalır. Gizlendikleri bir köşede Glass bir boz ayının saldırısına uğrar ve ölümcül darbeler alır. Ekibin sorumlusu yüzbaşı Anderson iki adamını Glass’ın başında bırakır ve yola koyulur. Geriye bıraktıklarından isteği, ölmesi halinde Glass’ı düzgün, saygın bir biçimde gömmeleridir. Ancak geride kalanlardan Fitzgerald bu söze sadık kalmaz. Fitzgerald’ın bu ihaneti yanına kalacak mıdır?  Karşımızda 2 saat 36 dakikalık uzun bir film var ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki hiç farkına varmadan bu süreyi geride bırakıyorsunuz. Öncelikle filmin görüntüleri olağanüstü. Hem mekanlar çok etkileyici hem de görüntü yönetmenliği konusunda şahane bir iş çıkmış. Özellikle dar açıyla çekilen görüntüler gerilimi artırıyor.
Dolayısıyla Diriliş’in  sinematografi dalında aday gösterilmesi tesadüf değil. Pek çok ses getiren işe imza atmış olan görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki çok başarılı bir iş çıkarmış. Olayların geçtiği mevsimin, o zorlu şartların bütün detaylarını hissedebiliyorsunuz perdenin karşısında.

Filmin güçlü bir senaryosu var. Hugh Glass’ın hayatta kalma mücadelesi ve intikam isteği senaryonun omurgasını oluşturuyor ama Fransız kolonicileri ve Amerikan yerlileriyle ilgili ilerleyen yan öykülerde Amerikan tarihine derin bir eleştiri var. Klasik westernler yoluyla bize öğretilen tarihten çok farklı bir bakışa sahip film. Inarritu’nun Bıtuful’da da Birdman’de de hissettiğimiz mistik bir anlatımı var ve bunu seviyor. Bu filmde de sık sık düşler yoluyla Glass’ın ölen eşinden mesajlar aldığını görüyoruz. Yani yönetmen alışkanlığını sürdürmüş.

Filmdeki oyunculuklara gelirsek. Hugh Glass’ı canlandıran Leonardo DiCaprio bence bu kez Oscar’ın güçlü adaylarından biri. Çok zorlu bir performansın üstesinden başarıyla gelmiş. Aynı biçimde Fitzgerald’ı canlandıran Tom Hardy de harika bir performans sergilemiş. Tom Hardy’i en iyi film dalında aday olan filmlerden Mad Max: Fury Road’un başrolünde izlemiştik geçen sezon. Tom Hardy Mad Max’teki performansıyla değil belki ama Diriliş’teki oyunculuğuyla  en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ına aday. Bana kalırsa o da güçlü adaylardan biri.


Sözü fazla uzatıp, dolaştırmayalım. Diriliş bu sezon mutlaka izlemeniz gerek filmlerden biri. Kaçırmayın derim.

HATEFULL EIGHT

06.01.2016

HATEFULL EIGHT (Quentin Tarantino /2016)

Quentin Tarantino Amerikan sinemasının en önemli isimlerinden biri. 1992’de Rezervuar Köpekleri’yle ilk çıkışını yapan yönetmenin, 1994’te yönettiği Ucuz Roman, Amerikan sinemasının ilk bağımsız filmi olarak tanımlanıyor. Bunun yanı sıra Tarantino kendine has üslubuyla, şiddeti pornografik bir yoğunlukla filmlerine yerleştirmesiyle adından söz ettiren bir yönetmen. Jackie Brown, Kill Bill Serisi, Günah Şehri, Soysuzlar Çetesi derken son iki filminde Western türüne odaklandı. 2012’de yönettiği Zincirsiz’den sonra şimdi de karşımıza sinemalarımızda orijinal adıyla oynayan The Hateful Eight ile çıkıyor. Önce filmin konusuna değinelim ardından da detaylara bakalım.

Amerika Birleşik Devletlerinde Kuzey Güney Savaşı cephede sona ermiştir ama hala izleri sürmektedir. Ödül avcıları ise her yerde kol gezmektedir. Cellat John Ruth da bunlardan biridir. Yanında, başına 10 bin dolar ödül konmuş olan Daisy Domergue ile Red Rock kasabasına doğru yol almaktadır. Yolda mahsur kalan ve vaktiyle yüzbaşı olan Marquis Warren ve daha sonra da Red Rock’ın yeni şerifi olduğunu iddia eden isyancı bir ailenin ferdi olan Chris Mannix de onlara katılır. Arkalarından onları takip eden kar fırtınasından kurtulmak için Minnie’nin dükkanına sığınırlar. Ama yağmurdan kaçarken doluya tutulmak hesabı, kar fırtınasından kaçarken bir cehennemin ortasında kapana sıkışırlar. Acaba Cellat John Ruth Daisy’i Red Rock’a götürüp, asılmasını izleyebilecek midir? Zincirsiz’de olduğu gibi The Hateful Eight de bir yol hikayesi. Zaten bana göre Western’in özünde yol mutlaka var. Ana karakterler bir yolculuğa çıkmasa  bile yoldan gelen biri huzuru kaçıran ya da düzeni bir biçimde bozan kişi olarak anlatıya eklenir. Bu filmde de Minnie’nin mekanına gelen yolcular bu yol temasının aktörleri ama film bu potansiyele rağmen neredeyse bir tiyatro sahnesinde olayları izliyormuşuz duygusunu veriyor. Minnie’nin tek göz dükkanında birbirinden çok da hoşlanmayan ve çıkarları çatışan karakterler zaman zaman gergin, çoğu zaman eğlenceli bir atmosferde çatışıyorlar. Epizotlara ayrılan film o tiyatro havasını daha da pekiştiriyor. Hatta filmde bir sekansta Yüzbaşı Marquis Warren’ın olayları çözüş biçimi, analizi Agatha Christie romanlarının ünlü karakteri Herqule Poirot’u anımsattı bana. Ancak iyi bir yönetmen olarak Quintin Tarantino pek çoğu için handikap olabilecek bu mekan kısıtlılığının üstesinden başarıyla gelmiş. Öncelikle mekan iyi tasarlanmış. Ahşap yapının tavanından içeriye sızan kar taneleri, kap kacak, soba, şömine, yatak, koltuklar, masa, hepsi yaşanmışlık duygusu verecek biçimde tasarlanmış.  Filmdeki kar fırtınası sözde değil. Dikkat edin çoğu filmde soğukta karakterlerin ağzından buğu çıktığını görmezsiniz. Kurmaca, oyun olduğunu hissedersiniz. Ama bu filmde soğuk, perdeden geçip iliklerinize kadar işliyor. O zorlu hava koşulunun gerçek olduğunu anlıyorsunuz. Filmin çok büyük kısmına yayılan tek mekan ve az sayıda karaktere karşın film 2 saat 48 dakika boyunca kendini izlettiriyor. Hatta zaman zaman konuşmalarla birlikte sağa sola çevrinen kameranın yardımıyla izleyici olarak oradaymışsınız hissini veriyor size. Elbette, bir Tarantino filminin alameti farikalarından biri de şiddetin pornografisini yapması. Bu konuda izleyiciyi hüsrana uğratmıyor Tarantino. Kaba şiddet görüntüleri eksik olmuyor ve tüm bunların ortasındaki karakter Daisy Domergue. Şiddetin uygulayıcısı ve nedeni olarak asılmaya götürülen kadın karakter fikri pek çok kişiyi rahatsız etmiş olabilir. Ama Daisy’nin yerinde bir erkek de olsa akış değişmeyecekti. Öte yandan, Tarantino yıkıcı, korkutucu şiddet uygulayan kadın karakterleri hemen her filminde merkeze yerleştiriyor. Tutsak da olsa Daisy potansiyeli, dayanıklılığı ve sinsiliği ile korkutucu bir kadın karakter. Yani Tarantino kuralını bozmamış.

Filmdeki oyunculuklara gelirsek... Daisy rolünde izlediğimiz Jennifer Jason Leigh olağanüstü bir performans sergiliyor. Onu Samuel Lee Jackson ve Kurt Russell izliyor. Chris Mannix rolünde izlediğimiz Walton Goggins’i de çok beğendiğimi söylemeliyim.


Kısaca zaten eğer Tarantino hayranıysanız The Hateful Eight’i sakın kaçırmayın. Size yine tat vereceğine inanıyorum. Ama daha önce hiç Quintin Tarantino filmi izlemediyseniz, süresi ve ağırlıklı olarak tek mekan kısıtlılığı nedeniyle başlamak için bu iyi bir seçenek olmayabilir. 

ERTUĞRUL 1890

06.01.2016

ERTUĞRUL 1890 (Mitsutoshi Tanaka /2015)

Filmler genellikle eğlence sektörünün bir parçası gibi algılanır ya da sanat dalı olarak öne çıkar. Ama bir film belge niteliği de taşır. Bazen çekildiği döneme dair veri sağlar bazen de tarihteki bir olayı, kişiyi konu edinerek ona dair bir belge oluşturmuş olur. Steven Spielberg’in yönettiği Schindler’in Listesi ya da Richard Attenborough 1982’de yönettiği Gandhi aynı zamanda kurmaca da olsa gelecek kuşaklara belge oluşturan, gerçek olay ve kişilerden yola çıkılarak çekilmiş filmlerdir. Bizim sinemamızda sayıca çok fazla olmasa da benzer örneklere rastlamak mümkün. Tolga Örnek’in yönettiği 2008 yapımı Devrim Arabaları yakın dönemimizdeki bir olaya ışık tutan iyi bir örnek. Burak Arlıel’in yönettiği dokü-drama Türk Pasaportu da yine filmlerin aynı zamanda gelecek kuşaklar için belge niteliği taşıdıklarını gösteren başka bir iyi örnek. 25 Aralıkta vizyona giren Ertuğrul 1890 da bu açıdan zengin bir içeriğe sahip. 1890’da Abdülhamit tarafından Japon imparatoruna armağanlar götürmek ve nezaket ziyareti yapmak üzere yola koyulan ve dönüş yolunda batarak çok sayıda kayıp vermemize neden olan bir olaya dayanıyor ama bununla sınırlı kalmıyor. 1985 yılında İran-Irak savaşı sırasında Tahran’da mahsur kalan ve kendi ülkelerinden yardım alamayan Japon vatandaşlarına Türkiye’nin uçak göndermesi de filmde yer alan ikinci öykü. Böylece iki öykü aracılığıyla Türkiye Japonya arasındaki dostluk ve bunun arkasındaki iki önemli olay ve nedenler belleklere kazınıyor. Filmin yapımında Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığının desteği var. Ayrıca Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi mezunlarından Oğuz Peri uygulayıcı yapımcı olarak önemli bir görev üstlenmiş. Çünkü Ertuğrul 1890 iki farklı dönemi aktarması, kalabalık sahneleri içermesi ve çekimlerin iki farklı ülkede gerçekleşmesi nedeniyle yapım yönü hayli önemli olan bir film. Filmin bu açıdan başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Filmin Japon yönetmeni Mitsutoshi Tanaka ve görüntü yönetmeni Tetsuo Nagatada bence iyi iş çıkarmış. Filmde oldukça estetik, gözü okşayan çerçeveler var. Filmde tabii başka bir başarı da sanat yönetmenliğinde. Hakan Yarkın ve Hiroshi Butsuda’nın görevlerini layıkıyla yerine getirdiğini söyleyebilirim. Filmin kurgusu da oldukça başarılı. 2 saat 12 dakikalık uzun süreyi çok da farkına varmadan geride bırakıyorsunuz.


Benim Ertuğrul 1890’a ilişkin tek sorunum senaryoyla ilgili. Bana kalırsa film isminin hakkını vermeli ve yalnızca Ertuğrul gemisine ve kazaya odaklanmalıydı. Gemideki karakterlere odaklanarak ve onların karakter ve hikayelerini geliştirerek senaryo detaylandırılmalıydı. 1985’teki Tahran krizi ise belki başka bir filme konu edilmeliydi. Her iki olaya da yer vermeye çalışılırken meseleler yüzeysel bir boyutta kalmış. Bu açıdan filmi kaçırılmış bir fırsat olarak görüyorum.

Filmdeki oyunculuklara gelirsek... Başrol oyuncusu Kenan Ece hem dizi oyuncusu hem de film oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor. Sinemaya 2011’de Beni Unutma ile atılmış olan oyuncu Ertuğrul 1890’da fena bir performans sergilemiyor. Ama kişisel olarak performansında daha ekonomik olmasını yeğlerdim. Bana göre Bekir Çavuş rolünde izlediğimiz Alican Yücesoy çok başarılı bir oyunculuk ortaya koyuyor. Onun rolünün daha ağırlıklı olmasını dilerdim. Haru rolünde izlediğimiz  Shiori Kutsuna ve Doktor Motosada Tamura rolünde izlediğimiz Masaaki Uchino da iyi performanslar sergiliyor.


Kısaca Ertuğrul 1890, senaryosu dışında çok da fazla eleştirilecek bir yanı olmayan hayli özenli bir yapım. Üstelik genç nesillere tarihimizin bu hem hüzünlendiren hem de gururlandıran iki olayını tanıtması açısından oldukça işlevsel. İzlenmesi gereken bir film olarak değerlendiriyorum.