TRANSLATE. PLEASE TRY IT!

Bu Blogda Ara

2 Eylül 2013 Pazartesi

BEFORE SUNRISE-BEFORE SUNSET-BEFORE MIDNIGHT

02.09.2013
BİR ÜÇLEMENİN ARDINDAN
GÜN DOĞMADAN-GÜN BATMADAN-GECEYARISINDAN ÖNCE
BEFORE SUNRISE-BEFORE SUNSET-BEFORE MIDNIGHT
(Richard Linklater 1995/2004/2013)

Bu pek çok profesyonel tarafından dillendirilen bir şeydir; sinemada anlatılmamış hikaye yoktur. İnsanı derinden etkileyen duygular farklı olay örgüleri içinde yine ve yeniden karşımıza çıkar. Kanımca beyazperdede izlenmekten asla bıkılmayacak konuların başında da aşk teması geliyor. İşte burada mesele bu temanın nasıl karşımıza çıktığı. Yönetmen Richard Linklater’ın üçlemesinin sinopsisini yazmaya kalksak aslında orta halli bir paragrafı geçmez: Amerikalı bir genç bir erkekle Fransız genç bir kadın Avrupa’da ilerlemekte olan bir trende karşılaşır ve birbirlerinden etkilenirler. Viyana’da inip bütün günü orada geçirmeye karar verirler. Sabaha karşı bir parkta birlikte olurlar ama ayrılmaları gerekmektedir. Hayatlarının aşkını bulduğunu düşünmektedir ikisi de. Tekrar bir araya gelmek için sözleşirler ama o tarihte genç kadının büyükannesi öldüğü için buluşamazlar. Buluşacaklarından o kadar emindirler ki ne adres ne de telefon vardır ellerinde. Dolayısıyla o gece öylece kalır hatıralarda. On yıl sonra yaşadıklarını romanlaştıran genç adamla kadın Paris’te karşılaşırlar. Günü birlikte geçirirler. Adam bu on yıl zarfında evlenmiştir ve bir de oğlu vardır ama mutlu değildir. Uçak saati geldiğinde Amerika’ya geri dönmez. Artık ortak bir yaşantıları vardır. İkiz kızları ile olağan ve görünüşte mutlu bir yaşam sürmektedirler. Yunanistan’daki tatilleri sorunlarıyla yüzleşmeleri için iyi bir fırsat olacaktır. Toplamda 249 dakika yani yaklaşık 5 saat süren üç filmin özetini bu paragrafla yapabiliriz. Sanırım basit bir öykü olduğu konusunda hem fikir olabiliriz. Peki bu üçlemeyi bu kadar popüler yapan, fanlarının oluşmasına yol açan özellik ne? İşte tam bu noktada bir öyküyü kült filme dönüştüren ögeler öne çıkıyor: İyi senaryo, iyi oyunculuk, iyi mekan seçimi, iyi yönetmenlik...

Öncelikle şunu kabul edelim, sonraki iki filmde çehresi hayli değişse de Ethan Hawk 1995 yılının en beğenilen isimlerinden biri olarak perdede bakmalara doyamayacağımız bir görüntü verir. Julie Delpy de tazecik görüntüsüyle göz alır. Gerek ilk filmde ve gerekse devam filmlerinde Woddy Allen filmlerini aratmayan yoğun diyaloglar her iki oyuncunun doğallığı karşısında erir gider. Üstelik bunlar akıllıca yazılmış diyaloglardır. Her izleyişte başka bir anlam kazanır. Adeta roman okumak gibi yeniden yeniden dönüp bakmak, altını çizmek, bir yerlere not etmek istersiniz onları. Bana göre Jane Austen'in Aşk ve Gurur'unu okumak gibidir. Roman yalnızca sınıfsal farkı olan iki genç insanın aşkı gibi görünebilir. Ama roman dönemin İngiltere'sinin sosyal yaşamından, dini yaşayış biçimine kadar pek çok konuyu aydınlatır ve tatlı tatlı eleştirir. Hem de o dönemde yazar olması neredeyse imkansız olan bir kadının gözünden. İşte bu üçleme de izledikçe bu derinliği kazanıyor. İlişkiler hakkında, yaşam hakkında daha çok düşünme ihtiyacı duyuyoruz. 

Filmde seçilen mekanlar filmlere ruh katar. Bir sevgiliyle gidilebilecek en güzel şehirlerde dolaşır kamera. Üstelik o şehirlerin o hep bilindik klişe görüntüleriyle değil de yaşayan, ruhu olan arka sokaklarıyla tanıştırır bizi. Ve işin güzel yanı, filmlere adını veren gün doğumunu, gün batımını gözümüze sokmaz yönetmen ama renk ayarıyla, aydınlatmasıyla hissederiz. 

Tüm bunlar yadsınamayacak özellikler. Ama bana kalırsa bu üçlemenin en güçlü yanı izleyicisine verdiği duygu. En çok yoksunluğunu çektiğimiz duygunun, gerçek aşkı bulacağımıza dair hayal kırıklıklarımızın devası olur. En başından itibaren romanstan da öte umut etmenin hazzını yaşarız. Bir gün o kişi çıkacaktır karşınıza. İsterseniz kader deyin, isterseniz Six Degree deyin o insan bir yerlerde sizi beklemektedir ve bir gün mutlaka karşınıza çıkacaktır ve siz gerçek aşkı tadacaksınızdır. Her ölümlü bir gün gerçek aşkı tadacaktır! Keşke bunu söylemek olanaklı olsa. İşte bu imkansızlıkla baş etmeyi öğretir bu üçleme. Üstelik izlediğimiz bir peri masalı da değildir. Jesse evlenmiştir mesela. Başka bir kıtada boşandığı karısıyla yaşayan oğlunu özlemekte, onun gelişimine tanık olamadığı için içlenmektedir. Celine ise pek çok kadın gibi evliliğinde aşırı fedakarlık yaptığı duygusunu taşımaktadır. Jesse ikinci kitabını on yıl sonra Paris’te karşılaşmaları ve sonrası üzerine yazmıştır. Tutku yoğunluklu anılardır bunlar. Oysa yatak odaları Celine için hiç de Jesse’in yazdığı gibi renkli ve eğlenceli değildir. İngilizce’de “The One” diye nitelenen “O”nunla yaşamak o aşkı canlı tutmak masallardaki kadar kolay değildir. İşte bu gerçeklik, bu doğallık bu sıradan öyküyü kült bir üçlemeye dönüştürüyor. Bu üçleme benim için hala Sam Mendes’in Revolutionary Road’unun önüne geçemedi ama ilk on film listemdeki yerini yekpare biçimde aldı.

Keyifle izlemeniz dileğiyle...












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder