20.05.2011
LONDRA BULVARI / LONDON BOULEVARD
(William Monahan/2010)
Sizin de bildiğiniz gibi
sinema salonlarında Hollywood'un bariz bir egemenliği var. Amerikan
yapımı filmler o kadar başat ki başka ülkelerde çekilmiş filmleri izleme
şansına festivaller dışında pek sahip olamıyoruz. Hatta nicelik olarak üretimi
hızlanan sinemamızın ortaya koyduğu örnekler bile her zaman salonlarda yer
bulamıyor. İşte bu hafta ABD ortak yapımı olmakla birlikte popüler İngiliz
sinemasına örnek oluşturabilecek bir film vizyonda : Londra Bulvarı. Ken Braun'un romanından
uyarlanan Londra Bulvarı'nın senaryo yazarı William Monahan. Yine bir uyarlama
olan Köstebek'in senaryosuyla 2007'de Oscar başta olmak üzere pek çok festivalden
ödülle dönen Monahan, Londra Bulvarı'nda ilk kez yönetmenliği de denemiş. Aynı
zamanda filmin kalabalık yapımcı kadrosu arasında da yer alıyor. Senaryo
yazmadaki başarısı tescilli olan Monahan acaba yönetmenlikte de aynı başarıyı
yakalabilmiş mi? Bu konu hakkında konuşmadan önce gelin kısaca filmin konusuna
değinelim.
Mitchel hapisten yeni çıkmış ve onu oraya sürükleyen
arkadaşları tarafından yine benzer işler yapmaya zorlanan genç bir adamdır.
Çevreden yapılan tüm baskılara karşın Mitchel düzgün ve yasalara uygun bir
yaşam sürmek istemektedir. Tesadüfen tanıştığı bir kadın ona Charlotte isimli
ünlü bir oyuncunun koruması olmasını önerir. Mitchel bu işi kabul etse de
başına gelen olaylar onun arzu ettiği hayatı sürdürmesine izin vermez.
Öncelikle filmde öne çıkan nokta görsel anlamda bizi görmeye pek alışık
olmadığımız bir ortama, Londra'nın arka sokaklarına götürmesi. Yönetmen
Monahan, belanın kol gezdiği bu sokakları uzun uzun betimlemek yerine bir kaç
nüansla genel atmosferi vermeye çalışmış. Mitchel’ın durduğu sokağın
karşısından kara çarşaflar içinde geçen bir kadın, fonda işitilen ezan sesi bu
sokaklardaki Müslüman diasporasının ağırlığını hissettiriyor. Filmin ilerleyen
bölümlerinde benzer biçimde rahibeleri ve çan seslerini de işitiyoruz. Rus
gangester, Boşnak katil, Hindu doktor derken Londra'nın arka sokaklarında
egemen olan kozmopolit yapı hakkında fikir sahibi oluyoruz. Ancak bu
kimliklerle ilgili olarak derinlemesine bir yaklaşımın var olduğunu söylemek
zor. Yönetmen bazı stereotipler üzerinden filmin karakterlerini yaratmış. Filmde
egemen olan bol küfürlü İskoç aksanı da bir farklılık olarak kendini
hissettiriyor ve sözünü ettiğimiz arka sokakların atmosferine uyum sağlıyor.
Film aslında pek çok örneğine tanık olabileceğimiz bir suç
öyküsünü anlatıyor. Daha doğrusu anlatmaya çalışıyor. Ancak ne var ki filmde
her şey sanki askıda kalıyor. Filmi izlerken bir şeylerin eksik kaldığı hissine
kapılıyorsunuz. Ana karakter Mitchel’ın başına gelen olayları takip ederken
bazen bunların neden olduğunu kavramak güç olabiliyor. Bazen olaylar gereğinden
hızlı ilerliyor. Senaryo olarak iyi bile olsa kurguda var olan sorun böyle bir
anlatımın ortaya çıkmasına yol açıyor. Charlotte ile Mitchel arasındaki ilişki
olayların gidişatını belirleyen bir mesele olmasına rağmen filmde bir yan öykü
gibi işliyor.
Filmdeki oyunculuğa gelirsek… Ana karakter Mitchel’ı
canlandıran Colin Farrell’ın en iyi performanlarından biri olduğunu
söyleyebilirim. Ünlü oyuncu Charlotte’u canlandıran Keira Knightly ise her
zamanki performansını sergiliyor. Oyunculuğunun öne çıkan, farklılık yaratan
bir yanı yok. Cennetin Krallığı ve Harry Potter serisinden tanıdığımız David
Thewlis, Jordan karakteriyle kanımca filmdeki en başarılı oyunculuklardan
birini izlememizi sağlıyor. Londra Bulvarı filminin en güzel yanı müzikleri.
Doğru yerde ve zamanda kullanılan müzikler filme ritim katmakla kalmıyor önemli
bir anlatım aracı olarak varlığını hissettiriyor. Filmin tema müziği olarak
kullanılan The Yardbirds’ün Heart Full of Soul isimli şarkısı eski bir çalışma
olmakla birlikte filmin genel atmosferine çok güzel uymuş. Kısaca, Londra
Bulvarı farklı detayları olan, müzikleriyle akılda kalan bir film ama bunun
ötesinde izleyicisine çok fazla bir şey katan bir film değil. Özellikle filmin
akışının sık sık sekteye uğradığını yinelemem gerek. Dolayısıyla, Londra
Bulvarı kaçırırsanız üzülmeyeceğiniz, ama izleme şansınız olursa da Guy
Richie’nin başlattığı akımın bayrak taşıyıcısı olmaya aday bir film
izlediğinizi düşündürecek bir çalışma.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder