TRANSLATE. PLEASE TRY IT!

Bu Blogda Ara

4 Aralık 2014 Perşembe

NEDEN TARKOVSKİ OLAMIYORUM ( Murat Düzgünoğlu 2014)

04.11.2014

Tarkovski elbette sinema tarihinin en önemli ve belki de en çok öykünülen isimlerinden biri. En azından bizim ülkemizde öyle olduğunu söyleyebiliriz. Dizi yönetmenliğinden gelen Murat Düzgünoğlu'nun ikinci uzun metraj filminin adının Neden Tarkovski Olamıyorum olması hayli merak uyandırıcıydı. Dürüst olmam gerekirse bazı sinema yazarlarından da filme dair pek olumlu eleştiriler gelmemişti. Neyse ki kendi fikrimi oluşturma konusunda ısrarcıyım. Filmi bu akşam Gezici Film Festivalinin Eskişehir ayağında izledim ve  sevdim. 

Neden Tarkovski Olamıyorum, sinemada özdüşünümsel film kategorisine giriyor. Özdüşünümsel filmler, yönetmenin kimi zaman yönetmen olarak sorunlarıyla, kimi zaman senaryo yazım aşamasındaki sorunlarla, yapım aşamasındaki sorunlarla, kısaca film yapmaya dair süreçlerin hepsiyle ilgili olabilir. Bu tür filmleri önemsiyorum. Çünkü bir biçimde sektörün içinde olan profesyonel, yaptığı filmle kendi alanına ayna tutmuş, kendini nasıl konumlandırdığına dair çoğu zaman samimi bir itirafta bulunmuş oluyor. Giuseppe Tornatore'nin 1988 yapımı Cinema Paradiso filmi ya da Federico Fellini'nin 1963 yapımı filmi "8½" bu türe iyi birer örnek olabilir. Bizim sinemamızda da özdüşünümsel filmlerin örneği çok aslında. Yavuz Turgul'un yönettiği Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990), Zeki Demirkubuz imzalı Bekleme Odası (2003), Nuri Bilge Ceylan'ın yönettiği Mayıs Sıkıntısı (1999), Fatih Akın'ın Solino'su (2002), Ahmet Uluçay'ın çektiği Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004), Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş'un birlikte yönettikleri Gözümün Nuru (2013) ilk etapta aklıma geliveren filmler. Film üretmenin gerek düşünsel anlamda gerekse maddi anlamda çok zahmetli ve hatta bazen riskli bir uğraşı, bir iş olduğu ülkemizde bana kalırsa özdüşünümsel filmler yönetmen için bir nevi rehabilitasyon aracı. Adeta, psikiyatr koltuğuna uzanıp çocukluğundan başlayarak yaşamını anlatan biri gibi sinemacı da kendi yaratım sürecine ilişkin bir film yaparak bir anlamda içini döküyor. Bu açıdan Murat Düzgünoğlu'nun elinden çıkma Neden Tarkovski Olamıyorum'u çok doğru bir yerde duran bir film olarak değerlendirdim. Çok açık ki dizi yönetmenliğinden gelen Murat Düzgünoğlu, dizi yönetmenliği yapan Bahadır'la bağ kuruyor. Adı Ala Geyik olan ve senaryo gereği sahnede bir geyiğin görünmesi gereken dizide yapımcının bunu sağlamaması, ekipmanın dokunanın elinde kalması, bağlamanın tellerinin olmaması ve buna rağmen hala bu işi yürütmek, yürütmeye muhtaç olmak bizim dizi sektörümüzün gerçeklerinden biri. Çok iyi biliyoruz ki her şey zamanla yarışmak adına hızla üretiliyor. Televizyon izleyicisi filmde de dolaylı yoldan söylendiği gibi aptal yerine konuyor. Çalışanlar sömürülüyor ama iş yine de yürüyor. Bu, filmin gerçekçi eleştirilerinden ilki benim için.

Neden Tarkovski Olamıyorum'un bana göre yerinde eleştirilerinden bir diğeri destek bulma, "festival filmi" çekme formülleri. Sevgilisi Yonca'nın fon bulması için yurtdışında geçen bir senaryo yazmasını önermesi ya da etnik kimlikler gibi yurtdışında daha çok prim yapan temaların seçilmesine vurgu yapılması filmin içinde var olduğu sektöre yönelik yerinde eleştirileri. Murat Düzgünoğlu değinmemiş ama taşrada geçen ya da kalifiye olmayı gerektirmeyen işler yapan, kıyıdaki insanların halleri ya da minimallik adına özensizliğe kayan bir sinema dili de basbayağı bu formüller içinde yer alabilir.

Neden Tarkovski Olamıyorum'da sinema sektörünün popüler kanadına da bir dokundurma var elbette. İki erkek arasında kalan bir kadının hikayesini çekmesi, aşk filmi yapması da ona getirilen öneriler arasında. Yani sistemin başarı diye tanımladığı şeyin belli formülleri var. O formüller bazı kapıların daha kolay açılmasını sağlayabilir. Ama ne uğruna? 

Neden Tarkovski Olamıyorum bütün bunları deşelerken bir taraftan da bir erkek hikayesi anlatıyor. Ama bu hikaye benim hep kullandığım tabirle testosteron kokan bir hikaye değil.  Tamam filmde erkekler kadınlara pek iyi davranmıyor. Güçlü kadın imgeleri de yok belki ama alışıldık bir erkek hikayesi de yok. Filmde öne çıkan erkek karakterlerin hepsi bir anlamda ezik. Sistemin normları gereği erkeklik değerleriyle örtüşmüyorlar. Peki sistem erkeklik değeri olarak neleri öne çıkarıyor da biz bunları göremiyoruz? İsmin içinde de var olduğu üzere erkek erk sahibi olmalı. Başka deyişle, iyi kazanmalı, saygı gören bir işi olmalı, askerlik gibi homososyal ve erkeğin dayanıklılığının test edildiği ortamlarda dirayetli olmalı, kararlarında rasyonel olmalı... Peki filmde öne çıkan erkek karakterler için bunu söylemek olanaklı mı? Bahadır zaten iyi para kazanamadığı ve aşmak istediği bir işi yapıyor. Ağabeyi Ertan bir meslek sahibi değil. Fotoğrafçılığa hevesli. İleri yaşına rağmen, aldığı ufak tefek işlerle arada sırada ancak cep harçlığı çıkarıyor. Hala ailesiyle yaşıyor. Fotoğrafını çektiği tek mekansa Haydarpaşa Garı. Belki objektifini başka bir yere yönlendirse daha farklı enstantaneler, daha ilginç görüntüler yakalayacak. Ama yapmıyor. Yıkılacak ya burası, diyor, yıkılmadan çekebildiğim kadar çekeyim. Bu kadar eril isimlere sahip iki kardeşin erk anlamında kırılganlıklarını ironik buldum doğrusu. Bahadır'ın babası ise on yıl evvel başladığı apartman inşaatını parası olmadığı halde satmaya yanaşmıyor. Bir emlakçıya satsa iyi bir para kazanması mümkünken kendi başına sıva yapıp, tuğla döşemek zorunda da kalsa satmayı aklından bile geçirmiyor. Bahadır, daha dört duvarı bile tamamlanmamış apartmanı emlakçıya satmasını önerdiğinde, İstanbul'da ev satılır mı? diyerek geri çeviriyor. Bahadır'ın dayısı ise geçkin yaşına rağmen askere gitmemek için kaçmaya devam ediyor. Ne bir işi, ne parası ne de militarist değerler anlamında onuru var. Yazdığı tek kitapla ödüller alan Hasan ise bunu paraya çevirmeyi başaramamış, hala gecekondusunda yaşamaya devam ediyor. Bahadır'ın evini dolduran arkadaşları arasında bile doğru düzgün geliri olan bir iş yapan biri yoktur. Yani hangi karaktere baksak erkeğin en temel iktidar kaynaklarından biri olan iş ve iyi bir gelir sahibi olmayla alakalı bir sıkıntısı var. Hatta Bahadır'ın babasını ve Hasan'ı bir kenarda bırakırsak aile kurmuş, çoluk çocuğa karışmış bu anlamda da toplumsal normlara uyan bir erkek yok aralarında. İlk bakışta tüm bunlar birer zayıflık gibi görünüyor. Ama arkasını deştiğimizde aslında bunun sistemle uyuşmayan bir başkaldırı, bir dikbaşlılık olduğunu anlıyoruz. Yönetmenin Tarkovski'nin "İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir" sözünü yerleştirmesi boşuna değil. Başka deyişle, sistemin öngördükleriyle çatışarak başka bir biçimde erk elde eden erkekler var karşımızda. 

Filmde inşaat yapmak, roman yazmak ve fotoğraf çekmek eylemlerinin de Bahadır'ın işiyle, sinemayla alakalı olduğuna inanıyorum. Sinemaya ilişkin eğretileme yapmak için doğru araçlar bunlar. Sonuçta atası fotoğraf olan bir sanat dalı, çoğu zaman romanın anlatı yapısını kullanarak bir cümle kuruyor, parçaları bir araya getiriyor, "tuğlaları üst üste koyuyor " ve bir şey "inşa ediyor". Nedense bunların da tesadüfi olmadığını düşünüyorum. Fakat bunları da gözümüze sokmadan yapıyor yönetmen. 

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Festivalde dün Tozruhu filminde izlediğim Tansu Biçer'le Neden Tarkovski Olamıyorum'daki Tansu Biçer arasında ciddi bir fark vardı. Her ne kadar Tansu Biçer başarılı bir oyuncu olsa da bu farkın yönetmenin oyuncu yönetimi becerisine bağlıyorum. 

Uzun lafın kısası, Neden Tarkovski Olamıyorum, sinema öğrencileri, sinema heveslileri için adeta ders niteliğinde. Sektöre, bu uğraşıya ayna tutuyor. Ama bunu yaparken de umuttan uzaklaşmıyor; ilkelerinizin arkasında durursanız kazanırsınız, diyor.